Komünist Manifesto'da güzel bir saptama var: “Kapitalizm aileyi
katletti!” Ancak üstatlar, sosyalizm için de aynı şey olacağını
öngörememişler.
Aile bir fabrikadır artık. Nasıl ki fabrika üretim kapasitesi açısından projeleniyorsa aile de öyle. Ailede kaç kişi olacak, baba ne yapacak, anne nasıl rol alacak önceden tasarlanır. Bütün bunlar, sanayi üretim düzenine göre projelendirilir. Bunun birçok somut örnekleri var. Aile planlaması bunun en yaygın olanlarıdır. Bütün kapitalist ve sosyalist toplumlarında uygulandı bu aile mühendislik projesi.
Doğum kontrolü, çocuk sayısını önceden tasarlama ve kürtajın kadının hakkı olduğu söylemi bütünüyle modernliğin aile mühendislik projeleri olarak gerçekleşti. Toplumsal gelişme skalalarına göre ailenin doğurganlığı ya sınırlandırıldı ya da artırılmaya çalışıldı. Bir fabrikanın üretim teknolojilerini ihtiyaçlara göre düzenlemeye paralel olarak aile de her daim yeniden düzenlendi.
Örneğin nüfusu azalan gelişmiş ülkeler doğumu teşvik ederken, nüfusu çok olduğu düşünülen toplumlar da doğum sınırlamasına gittiler. Ulus devlet tahayyülüne göre hareket edildi, dünya nüfusunun kendi içindeki doğal dolaşımına izin verilmedi. Uluslararası bir aile konferansında Kırgızistanlı bir uzman “nüfusumuz az, çoğaltma yollarını bulmalıyız” derken, ben de “buna gerek yok, çünkü biz Müslüman Türk kardeşleriniz gerekli katkıyı göçle sağlayabiliriz” dediğimde bütün akademisyenler gülerek tepki verdiler.
Çünkü onlar şaka yaptığımı sanıyorlardı. Oysa basit bir gerçeği hatırlatmak istemiştim. Müslüman toplumlar kendi aralarındaki dolaşıma izin verseler, sorunun önemli kısmı çözülecekti. Oysa Müslüman toplumlar da Batı modernliğinin aile mühendislik anlayışına teslim olarak 1992 yılında İslam'da Aile Planlaması adlı bir çalışmayı Londra mahreçli ve Ezher onaylı bir çabayla ortaya koyarak bulmaya çalışmışlardı. Türkiye'de de aynı çalışma, 1994 yılında birkaç Diyanet İşleri başkanının övgüye boğulan takdimleriyle beraber Türkiye Müslümanlarına yol göstermesi için DİB Yayınları tarafından basılmıştı.
Ailenin bütün biçimleri söz konusu yapısal dönüşümden nasibini alıyor. Örneğin erkeğin babalık ve kadının annelik rolleri ikincil konuma geliyor. Çocukların yaşamı yine sanayi toplumu düzenine göre düzenleniyor. Çocuk ailenin değil, ulus devletin ve uzmanlarındır artık. Gelecekleri konusunda onlar karar vericilerdir. Aile büyükleri yerine devlet ya da uzmanlar rol model oluyor.
Ailenin çocukları üzerine sözü ya da erkeğin kadını üzerine sözü sona eriyor. Söz söyleme hakkı ya ulus devletin ya burjuva patronların ya da uzmanlarındır. Hem Avrupa ve ABD'de hem de SSCB'de aile planlamaları konusunda önemli siyasetler uygulanmıştır. Bilimler (klasik sosyoloji, psikiyatri ve tıp bilimi), ideolojiler (feminizm, komünizm) ve siyasetler kol kola girerek, baraj inşa eder gibi aile inşa etmeye çalışmışlardır. Örneğin SSCB'de komünizm ideolojisiyle aile üretim/üreme çiftlikleri kurulmuştur.
Türkiye'de ailenin parçalanması ve boşanmaların artışı gibi sorunlar (hatta daha birkaç hafta önce, kürtajın iki yıl içinde iki kat artarak %8,7 oranında olduğu konusunda bir araştırma verileri Zaman gazetesinde yayımlandı) muhafazakârları da etkilemektedir. Çünkü muhafazakârlar da sanayi toplumu düzeni içinde yaşıyorlar. Farklı inançları ve ilişki tarzlarına karşın aynı toplumsal bağlamda hayatları sürüyor. Hayat tarzları büyük ölçüde kentleşme, sınıflaşma, göç, sanayileşme ve medya ilişkiler ağından geçerek yapılanmaktadır. Sanayi toplumu düzeninin kolektiviteleriyle kuşanmış durumdadırlar.
Ancak muhafazakârlar bu düzenin getirdiği ideolojileri ve yapıları sorgulayabilirler. Onlara karşı kuşku duyarak yeni yollar üzerinde düşünebilirler. Ayrıca muhafazakârlık, diğer bütün düşünce tarzlarından farklı olarak aileyi birinci derecede önemseyen bir yaklaşımdır. Toplumsal hayatı ev üzerine tasarlar. Evi, varlığın içinde kurulduğu dil olarak görür. Heidegger'in “varlığın evi dildir” söylemine karşın, “ev, varlığın dilidir” önermesine bağlıdırlar.
Çünkü yeryüzü yaratılmadan iki bin yıl önce ilk “ev” yaratıldı! Allah'ın evi olan Kâbe! Böylelikle Allah, insanlığa varlığın anlamını oluşturan ana temelin ev olduğunu gösterdi. Âdem ve Havva yeryüzünde bu “ev”de bir araya geldiler ve insanlığın ailesini ilk burada kurdular. Evimizi yeryüzünde ikinci defa inşa eden Hz. Hacer, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail'dir. Ancak, ilk insanlık evinin en yetkin varlığı Hacer'dir. Ev, ona bırakılır, ona emanet edilir. Hz. İbrahim, evi arkasında bırakarak tebliğe giderken, Hz. Hacer evde kalır. Yani kadın, evin sahibidir!
Hz. İbrahim ve Hz. Hacer ontolojik anne ve babamızdır. Hac ve umrede en derinden hissettiğimiz duygu budur. Ontolojik evimizi, ontolojik anne ve babamızı yeniden hatırlarız. Anne ve baba olmanın, ev sahibi olmanın ontolojik önemini yeniden duyumsarız. İncil “önce söz vardı” diyorsa, İbn-i İshak'a dayanarak biz de “önce ev vardı” diyebiliriz.
Bugün Hacer evin sahibi, İbrahim de tebliğde mi? Modernleşmeyle/yeni zaman Romalılaşma ile gelen anne-baba ve kadın-erkek rollerini sorgulamadan kabul mü edeceğiz? Muhafazakâr kadın, Hz. Hacer gibi evin sahibi olmayı göze alıyor mu, yoksa çareyi evden uzaklaşmak ya da evsizlikte mi buluyor? Muhafazakâr kadın, karşı muhafazakâr erkek icat ederek sorunu çözebilir mi? Muhafazakâr erkek, muhafazakâr kadına Hacer gibi bakarken, kendisi İbrahim olmayı aklından geçiriyor mu? Aile bir fabrika değil, içinde varlığın kurulduğu ‘ev'dir.
*Prof. Dr., Yıldız Teknik Üniv., Sosyoloji Bölümü
http://www.zaman.com.tr/yorum_fabrikalasan-aile-ve-muhafazakarligin-evi_2060264.html internet sayfasından alınmıştır
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder