Medeniyet tarihçileri, Aydınlanma olarak isimlendirilen 18. yüzyıl
hareketiyle başlayan sürecin Avrupa’da Fransız İhtilali’ni de içine alan
bir yenilenme/yenileşme zinciri doğurduğunu kabul ederler. Bu süreçle
birlikte, bilhassa Hristiyan Avrupa’da, genel olarak Avrupa etrafındaki
ülkelerde ciddi mânâda çalkalanmalar olmuş, sosyal hâdiseler patlak
vermiştir.
Fakat Aydınlanma esasen skolâstik ve dogmatik Hristiyanlığa
karşı ortaya çıkmışken, sanki bütün insanlığın aydınlanması imiş gibi
takdim edilmiştir/edilmektedir. Hareketin bir ‘aydınlanma’ olarak
isimlendirilmesinin altında, önceki asırlarda kilisenin fikrî, içtimaî
ve ekonomik hayatı içinden çıkılmaz bir karanlığa sürüklemesi
yatmaktadır.
Aydınlanma yüzyılının önemli şahsiyetlerinden kabul
edilen Jean-Jacques Rousseau (1712-1778), Avrupa’da neşet etmiş pek çok
fikir adamı gibi söyledikleriyle yaptıkları arasında uçurumlar olan bir
isimdir. Savunduğu ve insanlığa çözüm diye takdim ettiği fikirlerine
tam zıt bir hayat sürdüğü hemen herkesçe bilinmektedir. Küçük çocukların
haklarından dem vururken, kendi çocuklarını o dönemde pek moda olduğu
üzere, yetimhaneye terk etmekten çekinmemiştir.
Döneminde ve günümüzde
eğitimciliğinden söz edilirken, kendi eğitim hayatının ancak 12 yaşına
kadar sürdüğü görülmektedir. Yine insanın özünde var olduğuna inandığı
iyilik duygusunu yazılarının temeline yerleştirirken, kendi hayatında
insanlarla sık sık kavga eden ve çekişen bir şahsiyet olduğu
dikkatlerden kaçmamaktadır.
Söz Rousseau’nun yazarlığına geldiğinde ise,
şaşırtıcı bir gerçek karşımıza çıkmaktadır: Bu, 37 yaşına kadar onun
müzik eserlerinden başka bir şey yazmamış olmasıdır.1
Çocukluğu, dönemin karışıklıklarına paralel olarak anne-baba sevgisi
görmeden, gençliği de türlü çalkantılarla daha çok bir gezgin olarak
geçmiştir. Bu durum bazı münekkitler tarafından bir zenginlik sayılsa
da, kayda değer bir eğitim vetiresinden yoksun olarak geçen yıllar
Rousseau’nun şuuraltı müktesebatında sağlam bir ahlâkî temelin teşkiline
izin vermemiştir.
Buna yoksulluk ve içtimaî açıdan kıymetsizlik hissi
gibi unsurların eklenmesiyle, kendisinde ağır basan düşüncenin ‘topluma
ve İlâhî iradeye isyan duygusu’ olduğu görülmektedir. Düşüncesi: “Madem,
güçlü her zaman haklıdır, öyleyse yapılacak şey, her zaman güçlü olmaya
bakmaktır.” 2 şeklindedir.
Rousseau ileriki yıllarda
politika ve düşünce çevreleriyle tanışmıştır. Dijon Akademisi’nin
düzenlediği, ‘Sanat ve bilimlerdeki gelişmeler ahlâkî değerlerin
saflaşmasına mı yoksa bozulmasına mı yol açmıştır?’ konulu bir yarışma
için yazdığı Sanatlar ve Bilimler Üzerine Konuşmalar (Discours sur les
sciences et les arts) başlıklı denemesinin birinci olması ile adını
fikir çevrelerinde duyurmuştur. Rousseau’nun medeniyet tarihçileri
tarafından dikkate alınması, geliştirdiği ‘soylu-masum vahşi’ yaklaşımı
sebebiyle olmuştur.
Bu yaklaşıma göre hakiki fazilete sahip olan yegâne
insan, medeniyet dairesi içine girmemiş olan iptidaî vahşi insandır.
Aynı iddiaya göre toprağın işlenmesi ve metallerin hayata girmesiyle
beraber insanlığın hayatına iş bölümü ve mülkiyet duygusu girmiş; buna
paralel olarak, toplumlar gittikçe insanlığını yitirdiği bir vetireye
mahkûm olmuştur; bu mahkûmiyetten kurtuluş da görünmemektedir. İnsanlar
zengin-fakir diye ayrılmışlar, içtimaî hayatla gelen kanunlar da bu
ayrılığı iyice sağlamlaştırmıştır. Bu gidişle varılacak nihai nokta,
ancak ve ancak bir despotizmdir. 3
Bu iddialarla birlikte
sosyolojide ‘kültür-tabiat tezadı’ şeklinde bir mefhum ortaya çıkmıştır.
Buna göre insan tabiattan uzaklaşıp toplum hâlinde yaşamanın bir
semeresi olan kültürün tesir sahasına girdikçe aslî/fıtrî vasıflarını
yitirmiş ve yitirmektedir. Bu tezlerini seslendirdiği kitabını kendisine
gönderdiği için Rousseau’ya teşekkür eden Voltaire’in 30 Ağustos 1755
tarihli ünlü mektubundaki ifadeler insana atfedilen değer açısından ne
kadar mânidardır: “Bizi yeniden hayvan yapmayı istemek için bunca zekâ
şimdiye kadar hiç kullanılmamıştı; eserinizi okuyup bitirince insanın
içinden dört ayak üzerinde yürümek isteği geliyor.” 4
Ona
atfedilen, Fransız İhtilâli’nin ve daha sonra Küba Komünist
İhtilâli’nin fikrî alt yapısının temel sloganı olan ‘Liberté, Égalité,
Fraternité’ (Hürriyet, Eşitlik, Kardeşlik) hayali de, tesiri günümüze
kadar uzanan içi kof sloganlardan biri olarak tarihe geçmiştir. Zîrâ
kendisi toplu hâlde yaşamanın merkezine çıkar ve menfaat duygusunu
yerleştirmektedir: “Bütün çıkarların anlaştığı bazı noktalar olmasaydı,
hiçbir toplum var olmazdı. İşte toplum bu ortak çıkar açısından
yönetilmelidir.” 5
Rousseau sözünü ettiği ‘soylu
vahşi’nin tabiatın elinden çıkmış olması gerektiğini düşünerek, insanı,
kimi hayvanlardan daha zayıf, kimi hayvanlardan daha az çevik, ama bir
bütün olarak alındığında, yapısı hepsinden daha uygun ve elverişli bir
hayvan olarak6 görmektedir. Bu yaklaşıma paralel olarak,
Rousseau insanın dünyaya gelmesinde İlâhî İrade’nin tasarrufunu hiçe
sayarak neredeyse ateizme varan bir çizgiye ulaşmaktadır: “Her insan hür
ve kendi kendisinin efendisi olarak dünyaya geldiği için, her ne bahane
olursa olsun, hiç kimse onu isteği dışında buyruk altına alamaz.” 7
Öte
yandan, insanın kültürle ve topluluk hâlinde yaşamayla birlikte
faziletlerini yitirmesi meselesi de hayli su götürür bir yaklaşımdır.
Zîrâ ‘bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için’8 ve ‘ancak ve ancak Yaratan’ına kulluk etsin’9
diye gönderilmiş olan insan, daha dünyaya geldiği ilk anlardan itibaren
bir anne-babanın ilgi ve şefkatine muhtaç yaratılmıştır. Ki bu durum
onun zaten bütün ömrünü şu veya bu şekilde diğer insanlarla birlikte
geçireceğinin Öteler Ötesi’nde takdir edildiğinin en önemli işaretidir.
Diğer bir ifadeyle, insan zaten tabiatı itibariyle topluluk hâlinde ömür
sürmeye muhtaç ve memur olarak dünyaya gönderilmektedir. İnsanın bir
topluluk içinde ömür sürmesini elzem kılan diğer önemli unsur ise, onun
fıtratına dercedilmiş olan Rabbanî lâtifelerin ve Esma cilvesinin
tecelli edeceği yegâne mevkiin içtimaî hayat olmasıdır. İnsanın
fıtratına yerleştirilmiş cömertlik, merhamet, şefkat, yardımlaşma; kudsî
bir dava etrafında bir araya gelerek işbirliğine gitme gibi vasıfların
hayat bulması ancak topluluk hâlinde yaşamaya bağlıdır. Bu sebepledir
ki, Efendiler Efendisi’nin (sas) mübarek varlığıyla bizlere ulaştırılan
Vahy-i Kudsî, Rıza-i İlâhî’ye vasıl olabilme cehdinde ‘Halk içinde
Hak’la’ olabilmeyi nazara vermektedir.
Öyle anlaşılıyor ki,
Rousseau da, muasırları ve sonradan gelen benzerleri -Hume, Voltaire,
Nietzche, Darwin, Marx, Freud, Camus- gibi, Hristiyanlığın iflâsının
ilân edildiği ve hararetle yerine ne konulacağının araştırıldığı 18. ve
19.yüzyıllarda heyecan ve hislerin ön plânda olduğu görüşler
serdetmiştir. Rousseau’nun İçtimaî Mukavele (Social Contract) isimli
kitabında Hristiyanlığa getirdiği tarif ve atfettiği vasıflar dönemin
din anlayışını özetler gibidir: “İsa bu şartlar altında gelip yeryüzünde
din krallığını kurdu.
Bu, din sistemini politik sistemden ayırarak
devleti tek güç olmaktan çıkardı. Ve Hristiyan milletleri durmadan
alt-üst eden iç bölünmelere yol açtı.” 10 “Hristiyanlık
bütünüyle ruhanî bir dindir, öbür dünya işleriyle uğraşır; Hristiyan’ın
yurdu bu dünyada değildir. Gerçi ödevini yapar, ama gösterdiği özenin
başarısına veya başarısızlığına hiç mi hiç bakmadan yapar onu.” 11
Diğerleri
gibi Rousseau’nun fikirlerine de, içinde neşet ettiği dönemin
hercümerci içinde belli bir değer atfedilmiştir. Sonradan gelenler,
başkalarına yaptıkları gibi Rousseau’nun fikirlerini de allayıp
pullayarak kendilerince kullanacakları şekil ve terkiplerde her dönemde
yeniden sunmuş ve sunmaktadır. Rousseau, içinde neşet ettiği zaman ve
topluluğa bir isyan haykırışı olması itibariyle ibret alınacak tarihî
bir figürden öte bir şey değildir.
Gelmiş-geçmiş binlerce insandan biri
olarak, insana ve birlikte yaşamaya dair bir şeyler söylerken, vahyin
‘insanı ve kâinatı anlatma’ adına beyan ettiklerini görememesi sebebiyle
-insanları aydınlatmak şöyle dursun- isyana, ateizme ve nihilizme
sürüklediği yüz milyonların vebaliyle bu dünya misafirhanesinden göçüp
gitmiştir.
Dipnotlar
1. http://www.kirjasto.sci.fi/rousse.htm
2. J.J.Rousseau, Toplum Sözleşmesi, çev. Vedat Günyol, Adam Yay., 1994, İst., s. 17.
3. Aynı yer.
4. Rousseau, J.J., İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı, çev. Rasih Nuri İleri, Say yay., İst., 1995, s. 39.
5. Toplum Sözleşmesi, s. 35
6. İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı s. 82.
7. Toplum Sözleşmesi s. 122
8. Risale-i Nur Külliyatı, 23. Söz, Dördüncü Nokta.
9. Zariyat Sûresi, 56.
10. Toplum Sözleşmesi s. 149
11. Toplum Sözleşmesi s. 154
http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/tezatlariyla-rousseau.html internet sayfasından alınmıştır.
HER ARAYANA HİKMET NASİP OLMAZMIŞ, ANCAK HİKMETE ERENLER DE ONU ARAYANLARMIŞ. HİKMETİ ARAYIŞTA KAİNAT KİTABINI OKUMALI, OLMUYORSA "OKUYABİLENİ OKUMA" İLE MESAFE ALINMALI. GÜZELİ FARKETMENİN ÖLÇÜSÜDÜR, BAŞKALARI İLE PAYLAŞMA İSTEĞİ. GÜZEL BULDUĞUM OKUMALARI PAYLAŞIYORUM...
Popüler Yayınlar
-
konsept Konsept dilimize Fransızcadan geçmiş bir kelimedir. Anlamı kavram demektir . Konseptualizm ise kavramcılık demektir 1 ...
-
1. Kavram ve terimin tanımı: Kavram, bir nesnenin zihindeki tasarımıdır. Terim ise, kavramın dille ifade edilmesidir. Kavramı hayal...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder